“Dili toplumsal bir ürün sayan bilginlere göre, herhangi bir dilsel birlik, hiç kuşkusuz, eski bir siyasal birliğin toplumsal ürünüdür. Bu bakış açısından bakıldığında, bugün birçok lehçeye ayrılmakla birlikte, Türkçe adı altında toplanan dilin, eski bir Türk siyasal örgütlenmesinden doğduğuna karar verebiliriz. Ancak, elimizdeki belgeler İ.Ö.VIII. yüzyıldan daha öncelere inemediği için, daha öncelerinden kesin bilgiye ulaşamıyoruz. Göktürk ve Uygurlardan bize kalan dilsel belgeler, Türkçe’nin çok eski yüzyıllarda gelişmiş ve örgenleşmiş bir yazı ve yazın dili durumunu aldığını göstermektedir ki, bu gelişmişlik aşamasına gelebilmek için, Türkçe’nin uzun yüzyıllar geçirmiş olması gerekir; çok yoğun Çin kaynaklarını incelediğimizde bu sonuca varıyoruz…” (Ord. Prof. M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 23)
Ural / Altay kökenli eski ve yaygın bir ANADİL olan Türkçe, aynı zamanda k bir coğrafyanın da dilidir; göçler, göçürümler dilidir. Doğum yerinin Ortaasya olduğunu bildiğimiz Türkçe, daha birçok coğrafyada yeniden ve yeniden kurulup kurumlaşarak yürüyüşünü sürdürmüş; son demirini Anadolu’da atmıştır. Binlerce yıl süren göçler, göçürümler sırasında Türk dilinin ayak bastığı hemen her coğrafya birer dil ekeneğidir bugün. Ama asıl artımı ve bitek ekenek ortamını Anadolu’da yakalamış Türkçe: Büyük bir ANADİL olmanın ötesinde, yerleşik – örgenleşmiş, örgütlenmiş bir toplumun ANADİLİ olarak otağını kurmuştur.
Ortaasya’dan göç yükleyerek yollara düşen, toprak ve hayvan tarımcılığından kopan Türkçe yüklü göçmenler, daha Avrupalıların bile bilmediği toprak tarımcılığını ve hayvan yetiştiriciliğini Anadolu’da yeniden yakaladılar. “Hint – Avrupa Dillerinin yazarı Colin Refrew, toprak tarımcılığının ve hayvan yetiştiriciliğinin Anadolu’da İ.Ö. yedi bin yıllarından önce başlamıştı. Ama bundan Avrupa’nın haberi yoktu; Hint -Avrupa dil ilişkisi, Anadolu’dan Avrupa’ya göçürülen tarımsal işlemlemelerle manipülasyon) başladığını yazıyor.[ii] Her insansal ilişkilerde olduğu gibi, dil ve dilseI ilişkilerde de toprak, dolayısıyla üzerinde üretim – tüketim ilişkileri kurulan yerlek (mekân) önem taşıyor.
Bu bağlamda, dilsel oluşmalara ve kurumlaşmalara doğru işleyen süreç, salt sözel, dilsel etmenleri değil, toplumu biçimbirimlendiren coğrafyası / fiziksel, hatta fizikötesi alanları da içererek oluşuyor, kurumlaşıyor. Ekin ya da yaşama ekini dediğimiz ilkeli ve izgeli davranma yoldamları ve koşulları da, bu kurumlaşmanın ürünü / gereği oluyor. Dil, dilsel süreçler, her ne denli bir soyutlama gibi görülse / anlamlandırılsa da, onu ne bireyleştirebiliyor ne de kullanan toplumdan soyutlayabiliyorsunuz; tıpkı örgütlenip örgenleştiği gibi yerlekten canlı bir toplumu soyutlayamadığınız gibi. Çünkü, uygarlık dediğimiz yaşama olgusu ve bu olguyu gerçekleştiren, yaşanır kılan bütün ileçler (enstrüman) ve aygıtların üretim kaynağı, insanı ve dilini kendisinden soyutlayamadığımız o yerlek, o coğrafyadır. O coğrafya, o yerlek olmaksızın insanlar ne toplum olabiliyorlar ne de ulus. Bilindiği gibi toplum, toplumbilimsel bir kavram olduğu halde, ulus: Siyasal bir kavram olup, bireyleri ve kurumları arasındaki bağları, ilişkileri laik düzlemde sağlamlaştırmış örgütlü ve örgenik toplumlardır. Ulusallık ise: Laik düzlemde örgütlenmiş, örgenleşmiş bir ulusun yaşama ve var olma; varlığını sürdürme felsefesidir.
Toplumsal bağlantıların oluşmasında, ulusal algıların güçlenmesinde dil ve yerlek ilişkisini, devlet politikası olarak öne çıkaran ilk Türk devlet adamıdır Atatürk. Yurt / vatan kavramını, yaşanan bölgenin / ülkenin yeraltı ve yerüstü varlıklarıyla bütünleştiren O’dur. Olay ve olguları, oluştukları, oluşturuldukları yerlerle tarihlendiren; örgütlenmiş / örgenleşmiş toplum olarak ulus kavramını dil, ülkü ve ülke bağlamında bütünleyen de O’dur. Onun için Atatürk, kendi öncülüğünde ve korumacılığında kurulan Türk Dil Kurumu’nu halka / Anadolu’ya yönlendirme çabası içinde oldu. Şeriat diline bulaşmamış laik dilin, gerçek ulusal toplum dilinin, ulusal dilin Anadolu’da, halkta olduğunu bildiği için, Kurum’un başlattığı “Halk Ağzından Sözcük Derleme” çalışmalarını önemsedi ve değerlendirdi. Çünkü, Dil Devrimi’nden amaç, durup dururken yeni bir dil (neoloji) yaratmak değil, tarihsel süreci ve kimliği belli, fakat birtakım dinsel / siyasal baskılarla uyutulan, uyuşturulan Türk dilini uykusundan uyandırmak, diriltmek ve asıl gücüne kavuşturmaktı. Atatürk’ün kurduğu, siyaseten gasp’tan önceki Türk Dil Kurumu, on iki cilt “Halk Ağzından Derlemeler Sözlüğü” ve sekiz cilt “Eski Yapıtlardan Taramalar Sözlüğü” yaptı. Kapatılmasaydı, derleme ve taramalarını daha da genişletip yaygınlaştırarak sürdürecek; derlenen, tarama yoluyla elde edilen sözcüklerin yazı /yazışma çevrimine girmesi için gerekli dilsel çalışmaları, sözlük yapımlarını bitirmiş olacaktı. Dil varlığımız kendini belli edecek; ulusal sınırlar içinde ve dünyada Türkçe dil atlası; Türkçenin kökenbilim sözlüğü; giderek genel ve analbilim sözlükleriyle sağlıklı bir yazım kılavuzu; sesletim ve sesyolları haritaları ile Türkçede canlı adları, insan, bitki, hayvan ve yer adlarıyla üretim, tüketim araç ve gereçleri adları; iş, uğraş ve davranış adları kılavuzları vb. kılavuzlar hazırlanmış; insansal, üretimsel, özdeksel ve tinsel bütün varlıklar, adlar, adlandırmalar dil ortamına alınmış olacaktı.
Fakat bugün ne oluyor, vaktiyle kovulan millet, münasebet, hassasiyet, lüzum, levazım, lazım vb. sözcükler atıldıkları çöplüklerden toplanıp geri getiriliyor. Şimdiki Kurum, sözcük’ü bile kullanmıyor, onun yerine söz diyor, kelime diyor. Bilindiği gibi sözcük, Arapça kelime sözlüğüne karşılık tutulan adlandırmadır, adlandırma sözüdür, dilbilgisine göre de bir dilbilgisi terimidir. Oysa söz, tekil ya da terim olmayıp “Bir iletiyi, bir düşünce ya da bilgiyi tam ve doğru olarak ileten / anlatan sözcükler toplamıdır” bir başka deyişle “söz, bir sesçe bütünlüğü olup, dil yetisinin işleve dönüşmüş durumudur.” Sözce terim değildir, çünkü terim kavramının taşıdığı işlev ve nitelikleri taşımamaktadır.
Yeni ve sözde dilseverler üretmeyi, türetmeyi durdurdular; Arapça, Farsça bulamadıkları yerde, İngilizce, Fransızca, olmadı Almanca, Yunanca sözcükleri buyur ediyorlar. Türkçenin Anadolu ile bütünleşen tarihi, halk dilini, Türkçe’nin doğal ekeneğini boşverip özengenlik sayıyor, Avro – Urban coğrafyalarında yeni (!) bir dil ortamı oluşturmaya özeniyorlar; Osmanlıcayı da aşarak.
Varsın, Kelamı Söz’ün altına saklayıp piyasaya sürsünler; gene biz, Tanrı yaratan topraklar’a Türkçenin laik Sözcük’ü yaraşır deyip yolumuzda yürüyelim!
Ali Dündar