Türkçenin Anlatım Gücü

İlk yazılı belgeleri M.S. 5. yüzyılda başlayan ve tarih boyunca çeşitli şaheserlerin yazımında kullanılan dilimiz, bu uzun ve verimli geçmişine rağmen yeterince işlenmediği ve korunmadığı için, günümüzde sahip olduğu anlatım imkânları oranında bilinmemekte ve dilimizin bu gücünden faydalanılamamaktadır. Türkçeyi gücü oranında tanımayan, bilmeyen veya kullanamayanlar da zaman zaman başka dillerle karşılaştırarak fakir bir dil gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Anlatım gücü, gerçek kelime hazinesi göz önüne alınmadan yapılan bu karşılaştırmalarda Türkçenin aleyhine sonuçlar çıkarılmaktadır. Tarihî süreçte Türkçenin yabancı dillerden etkilenmiş olması, dilimizin yapısını ve milletimizin o dönemlerdeki kültürel ve sosyolojik durumunu bilmeyen veya bunu göz önüne almayan kişilerce Türkçenin fakirliğine dayandırılmaktadır.

 

Tarih boyunca çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, farklı bölgelerde çeşitli devletler kurmuş olan milletimiz, tabiatıyla bu bölgelerdeki milletlerle kültür alış verişlerinde de bulunmuştur. Bu ilişkiler sonunda kültürde meydana gelen değişmeler, kültürün taşıyıcısı ve en önemli göstergesi olan dile de yansımış, Türk dili ile bu milletlerin dili arasında çok önemli oranlarda alış verişler olmuştur. Türk dili ve kültürü birtakım değişmelere uğramış, ancak sağlam bir temelinin bulunması dolayısıyla bu değişmeler özüne fazla etki edememiştir. Bu temasların meydana geldiği dönemlerde Türk milleti, siyasî açıdan azınlık durumunda kalmadığı için, azınlıkların ruh hâliyle kendilerini koruma ve bu sayede yok olmaktan kurtulma içgüdüsüyle davranmamış ve bu yüzden yabancı etkilere açık kalmıştır. Kültürel temasların olduğu dönemlerin pek çoğunda asker ve nüfus bakımından daha güçlü bir durumda olanlar Türklerdir. Yakın tarihlere kadar Türklerin azınlık durumuna düştüğü ve bu sebeple yok olmamak için kendi kültürel değerlerini koruma kaygısı taşıdığı, yani azınlık psikolojisiyle davrandığı dönemler pek görülmez.

 

Ayrıca çeşitli din değişiklikleri esnasında, Türklerin, karakter özelliklerinin bir sonucu olarak yeni dinlerini bütün samimiyetleri ve dürüstlükleriyle benimsedikleri, bu yeni dinin kendisinden önce ortaya konmuş kültürel değerlerini hiç yadırgamadan kabullendikleri görülür. Özellikle İslâmiyetin benimsenmesinden sonra, Müslüman milletlerin bizden önce ortaya koydukları medeniyetin en sadık ve en dürüst koruyucuları durumuna gelmişlerdir.

Bütün sosyal olaylar gibi kültürde ve dilde meydana gelen değişmeleri de, sadece bir iki sebebe bağlamak mümkün değildir. Ayrıca tarihî bir olay değerlendirilirken, bugünün şartları değil, o günün şartlarını göz önüne almak gerekir. Arap ve Fars dillerinin Türkçe üzerinde niçin daha fazla etkili olduklarını veya bugün batı dillerine karşı Türkiye’de ortaya çıkan hayranlığın sebeplerini araştırırken de, bütün tarihî, sosyolojik, kültürel faktörler hesaba katılmalıdır. Meseleye böyle bakılınca, yabancı dillerin Türkçe üzerindeki etkilerinin sebepleri arasında, Türklerin azınlık durumunda kalmamaları yüzünden “kültürlerini ve dillerini koruma kaygısı taşımamaları” ve “yeni din ve kültürleri, karakterlerinin gereği olarak bütün samimiyetleri ile benimsemeleri” şeklinde özetleyebileceğimiz sebepleri de sayabiliriz. Olumsuz sonuçlar doğuran ve Türkçenin yeterince gelişmesini engelleyen bu tesirin, böyle bir ruh hâlinin yarattığı anlayıştan kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Ancak bu etkiye yol açan yazı, vezin, ortak medeniyet, vb. gibi başka tarihî ve sosyal sebepler de elbette bulunmaktadır

Gerçekler böyle iken bir kısım insanlarımızın dilde görülen alış verişleri Türkçenin fakirliğine dayandırmaları, bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır. Türkçeyi yeterince tanımayanlar, İngilizce, Almanca gibi dillerin birkaç yüz binlik kelime varlığına karşılık Türkçenin 50-60 binlik bir kelime hazinesinin bulunduğunu, dolayısıyla fakir bir dil olduğunu savunurlar.

Türkçenin bilim dili olamayacağını veya fakir bir dil olduğunu ileri sürenlerin dayandığı ilk nokta, kelime varlığımızın yetersiz olduğu düşüncesidir. Sözlüğümüzün 50 bin civarındaki kelime kadrosunu İngilizce ile kıyaslayanlar, “Türkçe zengin bir dil değildir.” şeklindeki kanaatlerini ispatladıklarını sanırlar. Oysa “bu acele verilmiş hüküm bir dilin gücünü sadece o dildeki kelime sayısıyla ölçmek demektir ki böyle bir kabul dil bilimine göre tamamen yanlıştır.” Sözlükte yer alan kelimelerin sayısına dayalı bir karşılaştırmada durum, Türkçenin tarih boyunca ve bugün şuurlu bir şekilde işlenmemesinden dolayı Türkçenin aleyhine göründüğü için, iddia sahiplerini haklıymış gibi gösterebilir. Nitekim Türkçenin bugünkü durumuna ilişkin değerlendirme yapanlar bu kaygılarını dile getirirler: “Türkçe bu asrın başında 100 bin kelimelik dev bir dil iken şimdi 20 binlere kadar düşmüştür. Oysa bu asrın başında 80 bin civarında olan İngilizce şimdilerde 400 binin üzerinde bir kelime hazinesine sahiptir.” Dil Bayramındaki bir konuşmasında Hamza Zülfikar, “80 bin kelimelik Osmanlı kamuslarından 1940’ta 15 bin kelimelik Türkçe Sözlük’e gelindiği bir gerçektir.” şeklindeki ifadesiyle, karşılaştırma amacı gütmeden, sadece Türkçenin 1940’lı yıllarda meydana gelen hızlı değişmeden dolayı içine düştüğü durumu haklı olarak belirtiyor.

Öncelikle bu ifadelerde hem Türkçe, hem İngilizce için verilen rakamların Türkçenin aleyhine, İngilizcenin lehine çok abartılı olduğunu belirtmek gerekir. Türkçenin gerçek söz varlığı hangi çalışma ile kesin olarak tespit edilmiştir? Mehmet Hengirmen, 1988 yılında Türk Dil Kurumunun yayımladığı sözlükte ortalama 60 bin sözcük bulunduğunu söyler. Yazarın yer verdiği İngilizcenin üç sözlüğündeki kelime sayısı da Redhouse 1968’de 160 bin, Cambridge İnternational Dictionary of English 1995’te 100 bin, Webster’s New World Dictionary 1970’te 80 bin” şeklindedir.

XI. yüzyılda yazılmış olan Divan ü Lugati’t-Türk’te yer alan kelimelerin sayısı 8624’tür. Oysa aynı dönemde hazırlanmış bir Lâtince-İngilizce sözlükte yer alan kelime sayısı 3000’dir. Türkçedeki kelime sayısı, bu dönemde, İngilizcedeki sayının yaklaşık üç katı kadardır. Üstelik Kaşgarlı Mahmut, eserinde, canlı dilde yaşamayan ve Türkçe kökenli olmayan kelimelere yer vermediğini de belirtir. XI. yüzyılın bu güçlü dili yukarıda belirttiğimiz çeşitli sebeplerle gerektiği şekilde işlenmediği, yüzyıllarca ihmal edildiği halde bugünkü durumuna gelmiştir. Türkçemiz bugün, Türkçenin ilim dili olamayacağını, Türkçenin fakir bir dil olduğunu savunanların iddia ettiği kadar vahim bir durumda değildir.

Türkçe bütün olumsuzluklara rağmen, günümüz dünya dillerinin hiçbirisinden geride değildir. Kelime sayılarına dayalı bir karşılaştırma, Türkçenin yapı ve işleyişinden dolayı bütün kelime ve kelime değerinde olan anlatım araçları sözlüklerde yer almadığı için gerçek ve doğru sonuçlar ortaya koyamaz. Sözlükte yer almayan veya hepsi sözlüklerde yer almayan, ancak her biri diğer kelimeler gibi birer anlatım aracı olan Türkçenin gizli diyebileceğimiz çok geniş bir söz varlığı bulunmaktadır. İlk bakışta, sözlüklerde yer almadığı için görülmeyen bu söz varlığını şöyle gruplandırabiliriz:

1- Türkçe bilindiği gibi sıfat-fiil ve zarf-fiil ekleri bakımından zengin bir dildir. Hemen hemen bütün fiillerle kullanılabilen 20 civarındaki işlek sıfat-fiil ve zarf-fiil ekimiz, cümle içinde kullanılan geçici kelimeler türetmekte ve bu kelimeler isim, sıfat, zarf, vb. olarak kullanılmaktadır. Türkçede bulunan fiil sayısının 20 katı kadar kelime Türkçenin kelime hazinesine bu eklerle kazandırılmaktadır. Ancak bu eklerle türetilen kelimeler, cümle içinde kullanılan geçici kelimeler oldukları için sözlüklerde yer almamakta, kelime sayısı belirlenirken göz önüne alınmamaktadırlar. Bu eklerden “imek” fiiliyle kullanılan “-ken” zarf fiil eki, sadece fiil tabanlarına değil, hem çekimli fiillere ve hem de isimlerin bulunma hâli eki almış şekillerine eklenerek onların cümlede zarf olmalarını sağlamaktadır. Oysa bu kelimelerden sadece sıfat-fiil eklerinin kalıplaşması sonucu oluşmuş kalıcı kelimeler sözlüklerde yer alır.

2- Türkçede isim soylu kelimelerin hepsi cümle içinde isim, sıfat, zarf, zamir olarak ve hatta bir kısmı çekim edatı olarak kullanılmaktadır. İsim, sıfat, zarf, zamir, çekim edatı görevleriyle kullanılan bu kelimeler arasında morfolojik bir fark bulunmamaktadır. Herhangi bir isim kullanılışta hiçbir şekil farklılığına uğramadan bütün bu türlerde cümlede yer alabilmektedir. Cümledeki yerine ve görevine bağlı olarak farklı bir türde kullanılan ve dolayısıyla farklı bir anlam kazanan kelime, sözlükte sadece bir yerde madde başı olarak yer almaktadır. Bazı dillerde ise her hangi bir isim, sıfat olarak kullanılınca morfolojik bir farklılığa uğramakta, dolayısıyla sözlüklerde ayrı bir madde başı hâline gelmektedir. Kelime sayısına dayalı olarak Türkçe ile bu yapıdaki başka dilleri karşılaştıracak olanların Türkçenin bu özelliğini de göz önüne almaları gerekir. İsimlerle kullanılan “-ki aitlik eki” hem yalın hâlde bulunan ve hem de bazı hâl eklerini almış bulunan isimlere getirilerek bu kelimelerin türünü değiştirip cümle içinde sıfat veya zamir olarak kullanılmalarını sağlamaktadır.

3- Türkçede varlıkları, kavramları ve hareketleri tamlamalardan faydalanarak isimlendirmek çokça başvurulan bir yoldur. Belirtisiz isim tamlaması, sıfat tamlaması, birleşik fiil, isnat grubu, kısaltma grupları yapısında karşımıza çıkan bu dil birlikleri, tek kelimeler gibi bir anlatım özelliğine sahiptir. Varlık, kavram ve hareketlerin ifadesi için kullanılan bu gruplar bir kelimeden oluşmadıkları için çoğu zaman sözlüklerimizde madde başı olarak yer almazlar. Türkçenin söz dizimi yapısının dile kazandırdığı bu zenginliği, imlâ kurallarımızın gereği olarak bu dil birliklerini ayrı yazmamız, onları dilin söz dağarcığına dahil etmemize engel olmamalıdır. Nitekim Almanca ile yazılmış herhangi bir gazete yazısı veya makaleye göz attığımız zaman, kelimelerin önemli bir kısmının birleşik kelimeler olduğunu görürüz. Aradaki fark, onlar bir kavramı, bir varlığı isimlendiren bu yapıdaki kelimeleri hemen birleştirir, bitişik yazarlar; bizde ise büyük kısmı ayrı yazılır. İmlâ Kılavuzu’nda bu konuyla ilgili kurala yer verilirken, başta şu açıklama yapılır: “Birleşik kelimeler yazılış bakımından bitişik yazılanlar ve ayrı yazılanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bitişik yazılan birleşik kelimelere bitişik kelime adı verilir.” Bitişik yazılmayan birleşik kelimeleri, imlâ kuralı dolayısıyla ayrı yazıldıkları için yok saymak, Türkçenin söz dizimi yapısının dile kazandırdığı bu zenginliği göz ardı etmek ne kadar doğru bir değerlendirme olur? Türkçenin sadece bitişik kelimeleri değil, birleşik kelimeleri de, kelime sayısının belirlenmesinde göz önüne alınmalıdır.

Türk Dil Kurumunun, dilimize son zamanlarda giren yabancı kelimelere bulduğu karşılıklar içinde yer alan ve iki kelimeden oluştuğu için bazı kişilerin eleştirdiği kelimeleri Ahmet Bican Ercilasun, “Göz kapağı ile kaş arasında organ olmak bakımından hiç fark yoktur; ama biri için tek kelime, diğeri için iki kelime kullanıyoruz. Buna karşılık İngilizcede kaş için iki kelime “eyebrow” kullanılıyor.” ifadeleriyle savunur. Şunu da belirtmek gerekir ki, Türkçeye batı dillerinden giren ve adı geçen eserde, Türk Dil Kurumu tarafından uygun görülen karşılıkları verilen yabancı kelimelerin küçümsenmeyecek bir kısmı iki kelimeden oluşmaktadır.

Türkçenin söz diziminin bu özelliği, daha da önemlisi bir imlâ kuralı dolayısıyla bitişik yazılmayan ve sözlüklerde madde başı olarak yer almayan birleşik kelimeleri yok saymak, sonra da Türkçenin fakir olduğu iddiasında bulunmak doğru bir değerlendirme olmaz.

Türkçenin fakirliğine hükmedenlerin yaptığı gibi, Türkçe ile başka dilleri kelime sayıları bakımından karşılaştırmak amacında değiliz. Ancak bu tür karşılaştırmaları yapanların da biraz insafsızca ortaya koydukları ve genellikle Türkçenin aleyhine verilen rakamların doğru olmadıklarını belirtmek gerekir. Daha önemlisi dilin gücü sadece kelime sayısına dayandırılarak ortaya konamaz.

Türkçeyi fakir sayanlar, bir dayanak noktası olarak da, başka bir dilden Türkçeye yapılan tercümeler sırasında çekilen güçlükleri göstermektedirler. Oysa bir dilde yazılmış herhangi bir metni başka bir dile çevirmenin her zaman birtakım zorlukları vardır. Bu gerçek fakir bir dilden zengin bir dile yapılacak tercümeler için de söz konusudur. Çünkü her milletin varlıklar ve kavramlar dünyası ve bunları ifade şekilleri farklıdır. Farklı kavram ve hareketleri olan, kendine özgü deyim ve kalıplaşmış ifade şekilleri olan bir dille yazılmış metin, daha zengin bir dile çevrilse bile, çevirenin bazı noktalarda zorlanması tabiîdir. Hele çevirici kendi dilinin ifade imkânlarını yeterince bilmiyorsa, çevirme işi daha da güçleşir. İşte bu güçlük bir kısım aydınlarımız arasında Türkçenin fakir olduğu kuruntusunu doğurmuştur. Dil şuurundan yoksun olanlar, bu durumda, kolay yolu seçerek, o dildeki kelimeleri yeğlemektedirler.

Eski Uygur Türkçesi, Karahanlı Türkçesi, Eski Anadolu Türkçesi yazı dillerinin anlatım gücü, sadece o dönemin diğer dillerine göre değil, belki günümüzdeki pek çok dile göre daha geniştir. Bu zengin dilde yer alan kelime hazinesinin bir kısmı Türk aydınları tarafından yabancı kelimelere feda edilmiştir. Bu dönem yazı dillerinin söz varlıkları Doğan Aksan tarafından, Türkçenin Söz Varlığı adlı eserde çeşitli yönleriyle dile getirilmiştir. Bu eserinde yazar, Türkiye Türkçesinin ve tarihî Türk yazı dillerinin, söz varlığı bakımından zenginliklerini incelemekte; Türkçenin ikilemeler, deyimler, türetme gücü, çok anlamlılık, terimler, kalıplaşmış sözler, atasözleri gibi çeşitli yönlerden zenginliklerini ortaya koymaktadır. Onun belirttiği bu unsurlara, Türkçenin yukarıda saydığımız özelliklerinden ortaya çıkan zenginliklerini de katmak gerekir. Biz burada sadece Uygur Türkçesinden rastgele seçtiğimiz herhangi bir fiilden türetilmiş kelimeleri örnek olarak vermekle yetineceğiz. Ahmet Caferoğlu’nun Eski Uygur Türkçesi adlı eserinde “kör- “ fiilinden türetildiği anlaşılan şu kelimeler yer alır: körgle (güzel), körglüg (görünen, güzel manzaralı), körgür (göster-), körk (güzellik, endam, nişan, biçim, kıyafet), körket- (göster-), körkdeş (güzellikte, endamda eş), körkitdeçi (gösteren, kılavuz), körkit- (göster-), körkle (güzel, dilber), körkle (güzelleş-), körklüg (güzel,gösterişli), körksüz (çirkin, yakışıksız), körkür- (göster-), körkmeklig (görme), körmez (kör), körügse- (görmek iste-), körtgür- (göster-), körtle (güzel, dilber, prenses lâkabı), körtrek (daha güzel), körtük (âşık, seven), körük veya körüg (casus; güzellik, görüş), körüm (rüya, görünüş; piyes, görülecek olan şey), körünçle- (sergilemek, teşhir et-, sahnele-), körünçlegülük (teşhire lâyık, göstermeye değer), körünçlük (sergi iskelesi, üzerinde eşya sergilenen pano, sahne), körün- (görün-), körüş- (görüş-), körünççi (seyirci). Ayrıca yine bu fiilin köküyle ilgili olan “köz, köze- (arzula-), közet- (gözet-, sakla-), közetçi (muhafiz), közkiş- (birbirini gör-), köznek (akis), közsüz (kör), közünç (ünlü), közüngü (ayna).

Ne yazık ki Türkçenin bu türden binlerce kelimesi zamanla terk edilmiş, yerlerine yabancı karşılıkları konmuştur. Terk edilen bu türdeki on binlerce kelime bir tarafa, Türkçenin bir dönemlerinde kullanılmış, her biri belki binlerce kelime kazandıracak pek çok yapım eki de bugün unutulmuş ve terk edilmiştir. Meselâ Divan ü Lugati’t-Türk’te, isimlere getirilerek, o isimle belirtilen kavram veya varlığı özleme veya o ismin kökünü teşkil eden fiilin belirttiği hareketi yapmayı isteme anlamında, “itise-, açısa-, içise-, ıdısa-, ahsa-, urusa-, üzüse-, aşısa-, agısa-, ewse-, ewise-, ukusa-, egise-, ögüse-, üküse-, alısa-, ölüse-, ılısa-, emise-, enise-” fiillerini türeten -sA eki, sıfatları derecelendiren -rAk eki, vb. Talat Tekin, bu konuyu; “Dilimizdeki yapım eklerinin yarıdan çoğunun işlek olmamasının, daha doğrusu bunların işlekliğini yitirmiş olmalarının nedeni, Osmanlı aydın ve okumuşlarının yüzyıllarca Türkçe köklerden Türkçe eklerle kelime yapmamış, türetmemiş olmalarıdır.” şeklindeki ifadesiyle dile getirir.

Gerçekten de bu zengin dilin yerini, Osmanlılar döneminde, önemli oranda Arapça ve Farsçaya dayanan bir dil almıştır. Zengin ifade imkânlarına sahip olan dilimiz bu dönemde şuurla işlenmediği için gelişmemiştir. Dilimiz gelişmediği için de önemli bilimsel eserler ortaya konamamıştır. Çünkü, yabancı dille eğitim çok emekle az bilgiye ulaşılan ve düşünme yeteneği kazandırmayan, hazır kalıpları ezberlemeyi gerektiren bir eğitimdir. Ne yazık ki Türkiye’de bugün de aynı durum yaratılmak istenmektedir. Orta öğretimde ve üniversitelerde, Türkçenin dışındaki dillerle eğitim teşvik edilmektedir. İngilizler fethettikleri ülkelerde, “İngiliz kültürünü yaymak, sömürgesi olan ülkenin ana dilinin gelişmesini önlemek, yerlilerin düşünme ve üretme yeteneklerini sınırlandırmak, onları anlamadan ezberlemeye mecbur etmek ve İngiliz kültür ve medeniyetinin üstünlüğünü kabul ettirerek onlarda aşağılık duygularını geliştirmek” amacıyla yabancı dille eğitimi orta ve yüksek öğretimde zorunlu kılmışlardır.

Osmanlı aydınlarının dil şuurundan yoksun bu davranışları, bugün de bazı aydınlar tarafından devam ettirilmektedir. Osmanlılar döneminde çeşitli sosyal ve siyasî nedenlerle ve özellikle, yanlış veya doğru dinî bir anlayışla Arapça ve Farsçaya yönelik olan bu eğilimin, bugün yönünün değiştiği ve kanaatimizce yıllarca sinsi bir şekilde yaratılan aşağılık duyguları sonucunda batı dillerine doğru kaydığı görülmektedir.

Bu düşünceden hareketle Türkçenin bilim dili olup olamayacağı, ne yazıktır ki bir kısım Türk aydınının (!) tartışma konularını oluşturur.

Kanaatimizce, bugün Türkçenin bilim dili olamayacağını iddia edenlerin içinde bulunduğu gaflet ve cehalet, Kurtuluş Savaşı döneminde İngiltere’nin veya Amerika’nın mandacılığını isteyenlerden kat kat ileridedir.

Aydınlarımızın bu tutumlarına karşılık, yabancıların bu konulardaki hassasiyetleri, dile sahip çıkma bakımından bizimle onlar arasındaki farkı gözler önüne sermektedir. Bununla ilgili olarak, Fransızların çıkardığı Ağustos 1994 Tarih ve 94-665 Sayılı Fransız Dilinin Kullanımına İlişkin Yasa’da yer alan “Yabancı bir dilde yazılması zorunlu olan sözleşme, belge, bildiri gibi yazıların Fransızca çevirileri ya da özetleri de yer alacak; bu sözleşmelerde, yabancı dilden bir deyime yada sözcüğe; bu deyim ya da sözcüğün aynı anlamda Fransızca bir karşılığı bulunuyorsa ve özellikle bu karşılık, Fransız dilinin zenginleştirilmesiyle ilgili tüzük hükümlerinin öngördüğü koşullara da uygun ise yer verilemez.” şeklindeki ifadelerini hatırlatmak yeterlidir. Bizde ise Yüksek Öğretim Kurulunun 2547 Sayılı Yasa Taslağı’nda yer alan puanlandırma sistemine göre; “Türk dili ile yazılan inceleme ve araştırma eserlerinin, sırf dili dolayısıyla ikinci sınıf bir değerlendirmeğe tâbi tutuldukları” görülmektedir. Bu iki örnek, bugün de Türkçeye sahip çıkılmadığını ve insanlarımızın Türkçe’yi bilmedeki ve kullanmadaki yetersizliklerinin suçunu Türkçenin üzerine attıklarını göstermektedir.

Bütün boylarıyla milletimizin adı olduğu için bütün Türk şivelerinin söz varlığını kapsaması gereken “Türkçe” ismini, burada sadece Türkiye Türkçesi yazı dilinin adı olarak kullanıyoruz. İfade ettiğimiz bu zenginlikler sadece Türkiye Türkçesine has zenginliklerdir. Türkçenin bütün şivelerinin söz varlığını kapsayan sözlükler bir tarafa, Türkiye Türkçesinin çeşitli dönemlerine ait bütün klâsik eserlerinde yer alan kelimeleri kapsayan sözlükler bile hazırlanmadan; Türkçenin kelime varlığını sadece bir dönemde yazı dilinde kullanılan kelimeleri içeren sözlüklerdeki sayıyla sınırlayıp, sonra da bunları başka dillerin bütün ağızlarındaki, bütün şivelerindeki, bütün klâsik eserlerindeki kelimeleri kapsayan sözlüklerdeki sayıyla karşılaştırmak doğru olur mu?

Dilimiz tarih boyunca aydınlarımız tarafından çeşitli sebeplerle şuurlu bir yaklaşımla işlenmediği hâlde bugün hiçbir dünya dilinden daha geride değildir. Türkçenin bütün klâsik eserlerinde yer alan kelimelerini içeren eksiksiz bir sözlüğü hazırlanmamıştır. Yapısı dolayısıyla anlatım gücünü artıran ögelerin pek çoğu göz ardı edilmekte, sözlüklerde bu unsurlara yer verilmemektedir. Yanlış bir yaklaşımla hazırlanmış bu eksik sözlüklerden hareketle Türkçeyi kelime sayısı bakımından yabancı dillerle karşılaştırmak ve sonuçta Türkçenin fakir bir dil olduğunu iddia etmek, yanlış bilgilere dayalı yanlış değerlendirmelerdir. Türkçeyi yeterince bilmedikleri için böyle bir iddiada bulunanlar, kendi kusurlarını Türkçenin omuzlarına yüklemek gibi bir haksızlıkta bulunmaktadırlar.

Yard. Doç. Dr. Ahat ÜSTÜNER

Yorum Gönderin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir